Garo Dayı

İnsanlar, Marmara Denizi’nin iki boğazından daha kuzeyde olanı seçmiş, İstanbul’u, Bizans’a, Osmanlı İmparatorluğuna başkent olmuş bu güzelim kenti burada kurmuşlar. Çanakkale’de Avrupa ile Asya arasında bir boğaz. Bir çok açıdan İstanbul’u andırır.. Peki, Çanakkale’nin değil de İstanbul’un seçilmesinin sebebi nedir? Bu soruyu bir zamanlar Üniversite’den bildiğim sosyologlara, kent planlamacılarına, tarihçilere sormuş ve doyurucu cevaplar alamamıştım.. Bundan dört yıl kadar önceydi: Eski Sarıyerli Reislerden Garo Dayı ile konuşuyor, bir çok açıdan çok ilginç bulduğum yaşam öyküsünü romanlaştırmak amacıyla notlar alıyordum.  Sarıyer’den kalkıp balık tutmak için gittiği Çanakkale’de balıkçılığın inceliklerini anlatıyordu. Soruyu ona da sordum:- Neden Çanakkale değil de İstanbul ? Garo Dayı beni şaşırttı: Çünkü yıllardır cevabını bulamadığım soruyu en doyurucu şekilde karşılamıştı:

- Çanakkale Boğazı, on mil giden bir tekneyle aşağı doğru yollanırken iki saatte aşılır; kuzeye doğru gidersen, iki buçuk saatte kat edersin. İstanbul Boğazı ise bir saat sürer. Üstelik İstanbul Boğazı daha dardır. Marmara çıkışında sığınacak yerlerin sayısı, Çanakkale’dekinden daha fazladır. Boğaza yakın, gereğinde sığınılacak adalar da, körfezler de fazladır. Eski insanlar, İstanbul Boğazı’na herhalde denizci, gemici olarak baktıklarında beğenmiş ve tercih etmişlerdi!. Boğazı anlatan öykücü ve şair az değildir… Hemen hepsi Sarıyer’i, Büyükdere’yi, Tarabya’yı karada durarak, denize de, buralardaki yapılara da karadan bakarak anlatmışlardır.. Ben Boğazı Sarıyerli Garo Dayı gibi anlatana rastlamadım..  Neden mi? Çünkü Garo Dayı, doğup büyüdüğü, sevdiği, yuvası bildiği Sarıyer’i denizden bakıp anlatmıştı da ondan: “İbrahim Reis.. Boğaz’ın girişini seyretmeye koyuldu: Bu saatte karalar da, sular da kararıyordu. Az önce her çeşit turuncu birbirine geçmiş, ufukta öylece asılı dururken güneş birdenbire battı. Artık gök nerede başlar, deniz nerede biter anlaşılmıyordu.H er taraf siyaha çalan bir laciverde bürünüvermişti.. Av bitmiş, geri dönüyorlardı. Şile çakarı iskele tarafındaydı. Şileyi geçince Yenimahalle’ye daha iki saatlik yolları var demekti. Genç tayfalar, Yenimahalle’ye duydukları özlem ve oraya yakında kavuşacaklarını bilmenin coşkusuyla yerlerinde duramıyorlardı… Karanlıkta motorlarıyla kıyıda gezinen volicilerin zaman zaman denize vurdukları fenerlerinin bir yanıp bir sönen ışıkları görülüyordu… Işıldayan kente doğru yol aldıkça, geride bıraktıkları volici motorları birer ikişer ufaldı, sonra da kayboldular. Gelare’den sonra Eşek Adası’nın kırmızı çakarı da iskelede kaldı. Anadolufeneri ile Rumelifeneri mehtapsız gecelerde daha iyi görülürdü. Bu gün de öyleydi. İşte Yenimahalle, işte Artin Usta’nın restoranı Mercan ve de Sancakta Armenak’ın lokantası.  Karşıda Havantepe’nin ışıkları uzanıyor.Paydos edip demirledikleri yer, evlerinin önüydü. Garo doğru evine gitti…” 

Romancılar da, şairler de ve kuşkusuz ressamlar da Boğaza da Sarıyer’e de denizden bakmalılar! Gerçekleri ve güzellikleri sadece tek açıdan sadece karadan baktığımızda değil, başka açılardan da, mesela denizden baktığımızda daha iyi kavrarız.. Ben Garo Dayı’yı dinledikten sonra bunu anladım!..